Tabloda da görüldüğü üzere, ortak nokta: ANLAYIŞ.
Oysa ki bakımı ve tedavisi ile alakalı o kadar madde varken hastaların manevi beklentilerini önceliklendirmeleri bize bir şeyler anlatıyor olmalı.
Özellikle daha fazla hassasiyet ve incelik gerektiren durumlarda, bir güler yüz, bir hoş sohbet bize şifa gibi gelir. Bir anne için doğum ve ilk emzirme anı, kanser hastası için hayatının muhtemelen en zor dönemi olan kemoterapi ve radyoterapi seansları, yoğun bakım hastası için yatakta geçirdiği umut/umutsuzlukla dolu saatler, ya da kırmızı alan acil vakaları…
Hepsinin ortak özelliği, belki de hayatlarının en çaresiz olduğu zaman dilimini hastanede geçiriyor olmaları. Bu anlar anksiyetenin yükseldiği, korkuyla başa çıkılmaya çalışıldığı, muhakeme yeteneğinin zayıfladığı, zihinsel aktivitenin kısıtlı olduğu anlar. Kendimizi bir an onların yerinde düşünelim. Beklentimiz ne olur? Mesela şu iki kelimelik sihirli cümle ne kadar iyi gelir: “Seni anlıyorum”. Gelin bunun türevlerini üretelim. “Endişeni anlıyorum, çünkü sütünün gelmeyeceği konusunda endişelisin”. “Üzüntünü anlıyorum, çünkü bedeninin sana ihanet ettiğini düşünüyorsun”, “Seni anlıyorum, çok acı çekiyorsun” gibi.
Psikolojide buna aynalama yöntemi denir ve muazzam şekilde işe yarar. Kişide yalnız olmadığı hissini yaratırken aynı zamanda baş etme gücü de verir. Akabinde bilgi içeren cümlelerle yapılan ufak bir süsleme, endişeleri toz haline getirip uçurma etkisi gösterebilir.
Tıp, bilimdeki gelişmelerle birlikte eskisinden daha teknik hale geldi. Tetkikler, ilaçlar, ileri teknolojik cihazlar yegâne kurtarıcımız oldu. Oysaki zihinle bedene birlikte destek olunmalı.
Bunu veri madenciliğindeki birliktelik kuralından bir örnekle izah edebiliriz. Pazar sepeti analizine göre, haftanın belirli günlerinde bebek bezi satın alan müşterilerin %30’unun bira da satın aldığı görülmüştür. Bunu ortaya çıkaran ünlü bir marketler zinciri, bebek bezi ile bira stantlarını yakınlaştırmıştır.
Modern tıp da hastalığı olan bireye bedensel şifa sağlarken, ruhsal şifa araçlarını da birlikte sunmalıdır. Bunu sağlamak için hastayı hasta olarak değil, özel ihtiyaçları olan bir birey gibi görmek işe yarayabilir. Örneğin doğum esnasında anneyi çatala yatırıp pasif bırakmak yerine, kendi doğumunda aktif rol alacağı ıkınma pozisyonları önermek, ona masaj yaparak ağrısını azaltmaya çalışmak gibi, preop dönemde hastanın gözlerinin içindeki endişeye odaklanarak operasyon hakkında bilgi vermek gibi…
Performansa dayalı bir sistemde bunun zor olduğu düşünülebilir. Hastaların aktif rol üstlenmelerini sağlamak, zorluğun üstesinden gelebilecek güçlerinin aslında özlerinde var olduğunu hissettirmek, aslında çok fazla zaman gerektirmez. Kaliteli zaman geçirmek tüm ilişkilerde olduğu gibi hasta-sağlık personeli ilişkisinde de kritik nokta.
Hastalarla konuşma tarzını olumlandıran bir onkolog veya radyolog, aynı zamanda doğum destekçisi olan bir jinekolog veya bir ebe, ölümcül hastalığı olan hastalarla belki de ölüm üzerine felsefi sohbetler yapan bir doktor hayal olmamalı.
Mana arayışındaki yolunu kaybetmeyen, zihnimize dokunan hekimlerin, hemşirelerin olduğu bir sağlık sistemi ümidiyle…